'O akıl, akıl olsa gerektir'

  • Safvet Senih
  • Safvet Senih
    13 Ara 2017 16:13
    1911’de neşredilen “Muhakemat”  kitabı, Üstad Bediüzzaman’ın “Ulema Reçetesi” dediği bir nevi iki-üç sene sonra yazacağı İşârâtü’l-İ’caz  tefsirinin bir girişi gibidir. Âyet ve hadislere nasıl bakılması gerektiğine dair bilgiler de verir. Mesela; “Akıl ile nakil (âyet-hadis)  teâruz ederse (bunlar akılla çatışmaz ama, sanki birbirlerine muârız gibi bir durum varsa), AKIL  esas alınır, NAKİL  te’vil olunur. Ama o akıl akıl olsa gerektir.” demektedir. Aslında bu prensip bütün mukaddes metinler için gereklidir…

    Üstad Bediüzzaman Hazretleri Yirmi Dördüncü Söz’ün Üçüncü Dalında bazı hadis-i şeriflere gelebilecek itirazlara cevap teşkil edecek şekilde “On İki, Asıl” beyan ediyor:

    “Birinci Asıl: Yirminci Söz’ün âhirinde ‘Kur’an niçin ilmî-fen gerçeklere tâ baştan açık açık ifade etseydi de inkârcıların söyleyecek hiçbir sözleri kalmasaydı’ meâlindeki soruya verilen cevapta izah ettiğimiz meseledir. Özeti şudur ki: Din bir imtihandır, bir tecrübedir. Yüce, âlî ruhları, sefil, aşağı ruhlardan ayırıp seçer. Öyle ise, ileride herkese göz ile görülecek olayları öyle bir tarzda bahsedecek ki; ne bütün bütün meçhul kalsın, ne de apaçık olup herkes ister istemez tasdike mecbur kalsın. Akla kapı açacak, iradeyi elinden almayacak. Zira, eğer tamamen apaçık derecede bir kıyamet alâmeti görülse, herkes tasdike mecbur olsa; o vakit kömür gibi bir istidat, elmas gibi bir istidat ile beraber kalır. Sırr-ı teklif ve imtihan neticesi zâyi olur. İşte bunun için hadis-i şeriflerde geçen Mehdî ve Süfyan  meseleleri gibi çok meselelerde çok ihtilâf olmuş. Hem rivayetler de çok muhteliftir, birbirine zıt hükümler olmuş.”

    İmtihanda sorular sorulup hemen ardından cevaplar söylenmez. Çalışan çalışmayan belli olmaz. Cenab-ı Hak istese, göklerde yıldızları yan yana dizer ve parlak bir “Lâ ilâhe illallah” yazar bu yazıyı görenlerin Allah’ı inkâr etmesi mümkün müdür? Aynı şekilde “Deccal, minare boyunda olacak” şeklindeki rivayete göre, insanları peşine takıp saptıracak olan Deccal peşinden kim gider? Belli ki, adam Deccal… “Minare boy”dan  kasıt, gücünü anlatmaktır. Zıplasalar dizine ulaşamayacak olanların  da onun  gücüne göre, durumlarını ifade etmektir. Burada akıl ile nakil “teâruz” ediyor. Ama bu durum ilimde rüsuh kazanmış âlimlerin akılları ile tevil edilerek, esas ne anlatmak istendiği  şeyle izah edilir…

    “İkinci Asıl: İslâmî meselelerin tabakaları vardır. Biri, kesin bürhan istese; diğeri bir zann-ı gâlibî (gerçeğe en yakın zan, görüş)  ile yetinir. Başkası yalnız bir kabul-i teslimi ve reddetmemek ister. Öyle ise, îmanın esaslarından olmayan fer’î yani detay meselelerde veya zamanla meydana gelecek olaylarla ilgili olarak, her birinde iz’ân-ı yakîn (derin tasdik ve iman) ile bir bürhân-ı kat’i istenilmez. Belki yalnız reddetmemek ve teslimiyetle ilişmemektir.”

    İman, namaz, oruç, zekat  veya haram olan konularla ilgili hem âyet, hem kesin delâlet olması gerekir. Sünnet-i gayr-i mûekkel ve müstahap gibi nâfilelerde böyle bir şerî delile ihtiyaç yoktur. Gelecekte olacak olaylar, Mehdî, Deccal, Mesîh   ve Süfyan  meseleleri dinin asıl ve ana konularından değildir. Âyet veya mütevatir hadîs gerekmez.

    “Üçüncü Asıl: Sahabe Efendilerimiz zamanında Benî –İsrail ve Hıristiyan âlimlerinden çoğu Müslüman oldular. Eski malumatları da (bir nevi) onlarla beraber Müslüman oldu. Daha önceki bazı malumatları gerçeğe uygun olmadığı halde, İslâmiyetin malı zannedildi.”

    Âyet ve hadislerde geçen bazı hususlar, Tevrat Zebur ve İncil yorumcularının hatâlı sözleriyle karıştırıldı. Bu hatalar İslamiyetten sanıldı. Ka’bü’l-Ahbar ve Vehb İbn-i Münebbih gibi âlimler, samimi olarak Müslüman olmuşlardı. Ama eskiden kalma bilgileriyle bazı konularda görüş bildiriyorlardı. Usûl-i hadis ve usûl-i tefsire getirilen kriterlerle bunlar ayıklanmaya çalışıldı. Ama bu arada bir kısmı bilhassa avam halk arasında yayılıp yaygınlaştı…

    “Dördüncü Asıl: Hadis-i şerifleri rivayet eden râvilerin bazı sözleri veyahut istinbat edip çıkardıkları yorum ve hükümleri hadislerin ana metninden zannederek, o hadislerin zayıf olduğuna hükmedilmiş.”

    Halbuki yorumlar ve çıkarılan hükümler bir tarafa bırakılırsa, hiçbir zayıflık, akla aykırı ve gerçeklerle uyuşmayan bir tarafları kalmaz… Bu hususta, aslında hadis ve tefsir usulüne girecek Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin ortaya koyduğu yeni ve orijinal görüşleri var. Bu üzerinde durduğumuz Yirmi Dördüncü Söz’ün Üçüncü Dal’ında geçen hususlar da bunlardandır. 

    “Beşinci Asıl: “Ümmetimin içinde ilhama mazhar kişiler vardır.’ (Buhari, Müslim), sırrınca bazı ehl-i keşif ve ehl-i velâyet olan hadis âlimlerinin ilhamlarıyla gelen bazı mânâlar, hadîs telakki edilmiş. Halbuki evliyaların ilhamları –bazı ârızalarla – hata olabilir. İşte bu neviden bir kısmı hakikata muhâlif  çıkabilir.”

    Peygamberlere gelen vahiy, kesindir… Evliyalara gelenler için bunu söylemeyiz. Çünkü bazan veli olan zât, kalbine doğan mânâyı, kendi anlayışı açısından veya anladığı kadarı ve şekliyle ifade edebilir. Onun için isabet olmayabilir. Onlar ile peygamberler arasında büyük fark vardır. Onlar gerçek ve vazifeli rehberler olduklarından Cenab-ı Hak onları korur. Veliler için böyle bir garanti yoktur. 

    Safvet  Senih 
    13 Ara 2017 16:13