‘Kadere İman eden Kederden Kurtulur’

  • Mehmet Ali Şengül
  • Mehmet Ali Şengül
    18 Eyl 2018 10:07


         Kader; ilmi ve kudreti sonsuz, mâziyi, hâli ve müstakbeli bir nokta gibi bilen ve gören Cenâb-ı Hakk’ın ilmî planda herşeyi programlaması, sonra irâde, kudret ve meşiet planına geçirmesi, kâinatta olmuş olacak herşeyi olmadan evvel  İmâb-ı Mübin’de tesbit ve takdiridir. 
        ‘İmâm-ı Mübin kader defteridir. İlim ve emr-i İlâhi’nin bir nev’ine ünvandır ki, âlem-i şehâdetten ziyâde âlem-i gayba bakıyor. Yani, zaman-ı hâlden ziyâde mâzî ve müstakbele nazar eder.  Kitab-ı Mübin ise, âlem-i gaybdan daha ziyâde âlem-i şehâdete bakar. Yani, mâzî ve müstakbelden ziyâde, zaman-ı hâzıra nazar eder..’ (Sözler)
        En’am sûresi 59.âyette; “Bilinmeyen nice hazineler ve görünmeyen gayb âleminin anahtarları O’nun yanındadır. Onları Kendisinden başkası bilemez. Karada ve denizde ne varsa hepsini O bilir. O’nun haberi olmadan bir tek yaprak bile düşmez. Yer altı tabakalarının karanlıkları içindeki tek bir tâne, hasılı yaş ve kuru hiç bir şey yoktur ki, açık, net bir kitapta (Kitâb-ı Mübin’de) bulunmasın” buyrulmaktadır. 
        İman erkânından biri olan kader, ancak insan irâdesiyle bir kıymet ve değer ifâde etmektedir. Yâni, insan irâdesinin olmadığı yerde, kaderi de düşünemeyiz.
        Kâinat, insanın varlığı ile bir mânâ ifâde ettiği gibi kader de, insana verilen cüz’i irâde ile bir şey ifâde etmektedir. İnsanın cüz’i irâde ile ciddi bir sorumluluk yüklenmesinin yanında, Allah  indinde de önemli bir yeri ve değeri olduğunu görmekteyiz.
       Kader, ezelî ve sonsuz ilmiyle herşeyi, olmadan evvel Allah’ın bilmesi ve yine olacakları da, olmadan evvel  yaratmayı murat ettiği şekliyle tesbit ve takdir buyurmasıdır.
       Kader, şehâdet âleminde Allah’ın takdiri ile kazâ etmeyi murat buyurduğu ve hükmettiği şeydir. Kader, Allah’ın takdiri; kazâ ise, bu takdiri infaz ve edâ etmesidir.
       Kader, Cenâb-ı Hakkın ilminde eşyâya biçilen bir plan ve projedir. Kader ilim nev’indendir. İlim de dâimâ mâlûma, Allah’ın bilmesine tâbidir.
         Bizim ne yapacağımızı, irâdemizi nerede ve nasıl kullanacağımızı Rabbimiz biliyor. Takdirini de bu bildiği istikâmette yapıyor. Nasıl olacaksa öyle bilinmekte, hakkındaki takdir de ona göre yapılmaktadır.
          İsrâ sûresi 13.âyette; “ Her insanın vebâlini kendi nefsine bağladık (her insan yaptıklarına göre muâmele görür). Nitekim kıyâmet günü, herkesin önüne açılan bir defter çıkaracağız” buyrulmaktadır.
         İnsanın, dünyâda irâdesi ile yaptığı iyi veya kötü her hareket, âhirette göz önüne serilecektir. İnsan irâdesiyle kader, omuz omuzadır, aslâ zıddiyet yoktur. Allah (cc), insanın irâdesini nerde ve nasıl kullanacağını biliyor ve ona göre takdir ediyor.
        İnsanların, çizgilerini koruyamayıp en çok hata ettikleri zamanlar, îmanda zaafa düştükleri dönemlerdir. Bâzen kendi irâdî olarak yaptıkları hatalarını, Cenâb-ı Hakk’a ve kadere yüklemektedirler. ‘Ne yapayım Allah benim namaz kılmamamı, günah işlememi kaderime yazmış, ben de yapıyorum’ deyip suçu Allah’a ve kadere yüklemektedirler.
        Böyle dönemlerde dinin ruhundan mahrum kalıp mânen beslenemeyen,  yaratılış gâyesinden mahrum korumasız nesiller; bir dönem materyalizmin, dünya zevklerinin bastırmasıyla,  inkâr-ı ulûhiyete kadar sürüklenmişlerdir.
        Allah (cc);  gecenin gündüze, kışın bahara kaydığı mevsimlerle kudretini ve hâkimiyetini gösterdiği gibi; kalplerde de îmanın meydana getirdiği tecdid hareketiyle,  îman ve Kur’an hizmetinin önünü açmıştır. Böylece sahâbe rûhuyla dâvâlarına sâhip çıkan hasbî nesillerin gayreti ve fedâkarlığı ile ciddi hamleler yapılmış, milyonların âhiretlerinin kurtulmasına vesîle olunmuştur.
        Sırr-ı teklifin gereği olarak, geceler gündüzleri, kışlar baharları, acılar tatlıları, sıkıntılar güzellikleri tâkip etmekte ve hayat  devâm etmektedir. Bugün musîbet gibi görünen zahiri sebeplerin tetiklemesiyle, hizmet-i îmâniyye ve Kur’âniyye  cihanşumül  olarak yeniden canlanmaktadır. 
         Hayru’l halef nesilleri, ciddi ve büyük sorumluluklar beklemektedir. Ehl-i iman olarak, o nesl-i cedîdi yanıltmayacak, onlara rehberlik yaparak önlerini açacak ve meşrû dâirede, gelişen dünya şartlarına ayak uyduracak şekilde yetişmelerini sağlayabilmek için, üzerine düşeni yapmaları gerekmektedir.
         Kâinatı yaratan Allah (cc), çekirdekte ağacın; spermde, bir sanat hârikası olarak yaratılan ve varlıkların en şereflisi bulunan insanın plan ve projesini saklamaktadır.
        Ra’d sûresi 8,9 ve 10.âyetlerde; “İşte O Allah’tır ki her bir dişinin neye gebe olduğunu, karnında ne taşıdığını, ve rahimlerin neleri eksik bırakıp, artırdığını bilir. Doğrusu O’nun katında herşey bir ölçü iledir.”
        “Gayb ve şehâdet âlemini de, görünmeyen ve görünen âlemi de bilen, büyük ve yüce olan O’dur.”
       “Sizden sözünü gizleyenle, açıkça söyleyen, geceleyin gizlenenle gündüzün meydanda gezen O’nun bilmesi bakımından hep aynı durumdadır” buyrulmaktadır.
          Böylesine zerreden kürelere, semekten sistemlere, atomdan galaksilere kadar baş döndürücü bu harika varlıkları; plansız, ölçüsüz, programsız düşünmek nasıl mümkün olur?
          Görüldüğü gibi, ağacın bütün hayatı çekirdekte, insanın da bütün planı spermde kaydedilmiştir. Çekirdek ve spermler, kader yüklü birer plan ve projelerdir. Çekirdek toprağa düştüğü an, topraktan başını çıkaran filiz, has ve özel bir elbise giyerek, çiçek ve meyvelerle süslenerek, toprak üstünde  gören gözlere, Sâni-i Muhteşem (cc) adına kendini arz etmektedir.
           Kâinatta baş döndürücü sür’atle hareket hâlinde olan yıldız ve galaksilerin, ay ve güneşin takvimcilik yapmasının yanında bildiğimiz bilemediğimiz başka vazifeler için yaratılmalarına kadar, herşeyde Allah (cc) muhit ilmiyle bir plan ve program tesbit buyurmuş, bir kader tâyin etmiştir. 
         İnsan irâdesinin olmadığı kâinatta cârî olan her icraata ‘cebrî kader’ denir.; Allah takdir edip murat buyurduğu bir şeyi kimseye sormadan yaratır. Onun yarattığı herşeyde hikmet hâkimdir. Çünkü O (cc), abes ve lüzumsuz hiçbir şey yapmaz.
       Dünya, yaratıldığı günden beri, hem kendi etrafında, hem güneş etrafında bu cebrî Kader’in sevkiyle dönmektedir. Bu dönüşe ondan başka kimse ‘dur!’ diyemez. Güneş ile ay arasındaki yarışa kimse set çekemez, engel olamaz. Kâinatta herşey, o kadare teslim olup boyun eğmek zorundadır.
        “Sizi ve yaptıklarınızı Allah yarattı” (Saffat, 96) “O her istediğini yapandır” (Buruc, 16) “Sana gelen her iyilik Allah’tandır, her kötülük de nefsindendir” (Nisâ,79)
         Güzellikleri yaratan ve veren doğrudan doğruya Allahtır. İnsanın, kendisinden meydana gelen güzelliklere sâhip çıkmaya hakkı yoktur. Güzelden kastımız, bizâtihi Allah’ın yarattığı güzelliklerdir. Onun için insan kendine ait olmayan mehâsin ve güzelliklerle mağrur olmamalıdır. Zîrâ, bütün güzellikler Allah’ın ihsanıdır. İhsan ise, şükür, tevâzu ve mahviyeti gerektirir.
        Nefse gelince o dâima hakîki güzelin ve güzelliğin düşmanı olmuştur. Çünkü, kötülüğü isteyen hep nefistir. Sorumluluk ve mes’uliyet ona aittir.
          Ehl-i iman, Allah’ın takdirine râzı olması gerekir. Bir talebenin  bir yıl içinde dersini hazmedip etmediğini kontrol için, iki üç saatlik bir imtihana tâbi tutulması çok değildir. Böyle bir imtihan gayet tabiî ve normaldir.  Kabiliyetlerin inkişâfına da bir vesîledir.  İnsanların, Allah’ın takdir ettiği ömür içinde ağır şartlarda imtihana tâbi tutulması  çok sayılmaz. İstisnâlar müstesna.. 
        Çoğunluğu itibariyle irâdenin yanlış kullanılmasından mütevellit meydana gelen sıkıntılar karşısında  îman ve ahlâk sermayesi, fazîlet ve hasenâtta kendisinden üstün olanları görüp onlar  gibi olma gayreti içinde bulunmasını  teşvik ederken, musîbet ve sıkıntılarda ise, daha zor daha sıkıntılı olanları görüp hâline şükretmeyi emretmektedir.
        Mü’min; ilmini, servetini, Allah yolunda hizmet-i îmâniyye ve Kur’âniyye’de sarfeden faziletli insanları  gıpta ederek o yolda gayret gösterirken; mecnun, gözü bacağı yok, kulağı sağır, dili konuşmuyor, felçli bir insanı görüp; ‘aman Allah’ım zerrât adedince Sana teşekkür ederim, beni bu nimetlerden mahrum etmedin. Ne olur bana emânet ettiğin maddî mânevî değerleri râzı olduğun istikâmette kullanmayı nasip et!’ deyip dua etmelidir.
        Sokakta bulunmayan, para verip alınmayan bu cevherleri, insan israf etmemelidir. Hangi şartlarda olursa olsun musîbetlere sabredip şükreden, Allah’a tevekkül ve teslimiyet içinde  bulunan mü’minlere, ölümsüz ebedî âlemde, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği nimetler va’d edilmektedir.
       Tırnağından kaşına kadar hiçbir şey insana ait değildir. Mülk Allah’ındır. Bu vücut, insana emânet edilmiştir. İnsan onu, Mülkün Sahibi’nin emri doğrultusunda kullanmak zorundadır.
        İnsan, cüz’i irâdesini  nimetlere karşı şükürde kullanırken, musîbetlerde de sabredip dişini sıkmakla mükelleftir. Böylece kendine düşeni yapıp, neticeyi küllî irâde sahibi olan Allah’a bırakmalıdır.
       İrâde, yapılan işlerde temeli oluşturmaktadır. Cenâb-ı Hak yarattığı işleri bu temel üzerine yaratmaktadır. Ra’d sûresi 15.âyette, “Bir kavim kendini (irâdesiyle) değiştirmedikçe Allah onları değiştirmez” buyrulmaktadır.
        Başa gelen her işte iki sebep vardır. Bir zâhiri diğeri, hakîki sebep..  Zâhiri sebepler açısından baktığımızda ehl-i dünya, zâlimler,  münâfıklar, fâsık, facir ve ihânet şebekeleri, ehl-i imanın hapishanelere girmesine, yuvalarının parçalanmasına, muhtelif ülkelere hicret etmelerine hatta bazı masum çocuk, kadın ve insanların ölümüne sebebiyet vermektedirler.  Yer yer paralel dediler..  Örgüt dediler.. ‘Dine, ülkeye ve millete ihânet etti’ dediler.. Ve daha neler neler dediler. Böylece zâhiri sebepler açısından zulmettiler.
       Kaderi-i İlâhi ise, sebeb-i hakîkidir. Hizmetin hakkını tam veremeyen, ihlâsla, vahdet-i rûhiye ile, kardeşlerini kendi nefsine tercih ederek î’sar ruhuyla hizmet edemeyen ehl-i îmanı nefye mahkum etti.
       Böylece Allah (cc); ‘rengi, dili, dini, ırkı ne olursa olsun yeryüzündeki bütün insanlar benim kullarım, onlarında kendilerini yaratan ve yaşatan, rızık veren Rabbü’l âlemin olan Allah’ı tanımaya, sevmeye, itaat etmeye ihtiyaçları vardır’ mülâhazasıyla  cebr-i lutfî ile mü’minleri dünyânın her tarafına hicrete mecbur etti.
       Efendimiz (sav) de; “Allah’ı  kullarına sevdiririn ki Allah da sizi sevsin” (Suyutî); “Benim adımı güneşin doğup battığı her yere götürün!..” (Müslim, Ebu Davud)  buyurarak on beş asır evvel hedef gösterdi.
       Olup biten bütün hâdiselerde kader hâkimdir ve o kader âdildir. Mü’minlere düşen vazîfe, şartlar ne kadar ağır olursa olsun, hâkim ve âdil olan o kadere teslim olmak, sıkıntılar içinde huzuru bulmak ve aslî vazifelerini ihmal etmeden yerine getirmek olmalıdır.
        Kur’ân-ı Hakîm’in hizmetinde bulunmanın, O’nu muhtaç gönüllere duyurmanın, bütün siyâsîlerin fevkinde bir ulviyeti ve husûsiyeti vardır ki; yaratılış gâyesinin şuur ve idrâkinde bulunan ehl-i iman, çoğu yalancılıktan ibâret olan dünya siyâsetine tenezzül etmemişler, merak ve ilgi göstermemişlerdir.
       Ne var ki, şu fânî ve imtihan dünyâsında, inansın inanmasın bütün insanların, aynı şartlarda yaşama ve hayâtı beraber paylaşma mecburiyetleri vardır. Dünyâda beraber yaşama zorunluluğu olan bu insanlar,  birbirleriyle olan münâsebetlerinde  Allah’ın kullarına tanıdığı hak ve hukuka saygılı olmanın yanında, adâletle muâmele etmek zorundadırlar.  Hattâ bütün mahlukâta bile, sevgi, şefkat ve merhametle davranarak  hayatı paylaşmak zorundadırlar.
         Efendimiz (sav); kadere iman, kaygı ve üzüntüyü giderir” buyurmuştur. (Münavî, Feyzu’l Kadir)  ‘Kadere iman eden kederden kurtulur’ sözü de darb-ı mesel olmuştur.


    18 Eyl 2018 10:07