Özür dilerim efendim!.

  • Bahattin Karataş
  • Bahattin Karataş
    03 Ağu 2019 13:57

    Tüm büyüklerin ortak kaderi midir anlaşılmamak? Derdine davasına en yakınım dediklerince inanılmamak? 

    Veya ilahi varidatlarına makes olacak saf samimi vicdanlardan ve sinelerden mahrum olmak hep kaderleri mi olmuştur?

    Hz. Nuh (as) 900 küsur sene en yakını, aynı yastığa baş koyduğu eşi tarafından anlaşılmamış ve inanılmamıştı. Bedenen aynı yatakta olmalarına rağmen; ruhen kalben, cennet cehennem arası kadar uzaktılar. Oğlu da babasına inanmamış, ne yazık ki Nebinin ses ve soluğuna yabancı kalmıştı.

    Bedeninden bir parça olmasına, aynı çatı altında yaşamalarına rağmen, birbirlerine 'Sera- Süreyya' arası mesafedeydiler.

    Büyüklere hep anlaşılmama derdi, inanmıyanlara da hep talihsizlik, hep bedbahtlık düştü.

    İbrahim (AS ) babası, Yusuf (AS) kardeşleri, Efendiler Efendisi (ASV) de ise bütün akrabaları, amcaları, memleketi tarafından anlaşılmadığı gibi çok çetin ve amansız defanslarıyla karşılaşmışlardı.

    Herkes dünyayı kendi nazarıyla görürmüş.. Efendimizi (ASV) de Dünya ikbali, mal mülk ve makamı peşinde zannettiler.

    Ona bazı tekliflerde bulundular. Oysa 'Sağ elime güneşi, sol elime ayı verseniz beni davamdan vazgeçiremezsiniz' buyuruyordu.

    Bunun yanında 'Keşki şu saltanatıma bedel, onun ayaklarını yıkasaydım..hizmetinde bulunsaydım. Emrederse herşeyi bırakıp giderim.' diyen Habeş Kralı bir Necaşi (r.a.) de vardı.

    Demek, meseleyi anlamada ve kavramada uzaklık ve yakınlığın bir özelliği yokmuş.

    Yine Efendiler Efendisi; "Beni canınızdan, eşinizden, çoluk çocuk ve ana babanızdan, mal mülk ve tüm varlığınızdan daha çok sevmedikçe, yani önemsemedikçe imanın tadına varamazsınız.” buyuruyordu.

    Çünkü ortada kendisi de canını feda ettiği bir derdi, bir davası vardı. Bir dini vardı.

    İnsanoğlu tabiatı gereği hep ülfet ve gafletlere meyyaldir.

    Güneşin doğuşu ve batışını bile zamanla tabii bir hadise imiş gibi görmeye başlar. Kuranı ezberlediği halde, Kuranı anlayamama da hafızın ülfeti gibi.

    1968'ler de karanlıkların peş peşe birbirini kovaladığı, ufukların ışık böcekleriyle aydınlandığı bir devirde nurlarla tanıştık.

    1971’lerde de İzmir’de hocamızın nesillerini kaybettiklerinden habersiz bir milletin gafletine ağlamalarıyla, feryat ve figanlarıyla karşılaştık. Bir çığlıktı adeta Hocaefendi o günlerde!..

    Hocamız, asırlar var ki müslümanlar bilim ve tekniğe, eğitim öğretime, insani ve evrensel değerlere, dünya ekonomisine dünya sulh ve sükunetine bir katkıda bulunamadıklarından bahsediyordu. Herkesi ve herkesimi kendi konumunda kabulle müşterek bir hayatın mümkün olduğunu, bunun için de kolektif akıl, kolektif düşünce diyordu ve bunların müesseselerle ancak hayata taşınabilirliğini anlatıyordu.

    Dünya neden herkese terakki, müslümana tedenni dünyası olsun ki diyordu.

    Evet başta itizarım dedim..Özür dilerim efendim!.

    Bu ünsiyet bu gaflet zamanla beni de vurdu, renk attırdı. Biliyorum zannederken bilmediğimi de bilmemeye başladım. İnsi ve cinni şeytanlar, dünya, nefis, heva ve heves hep beraber beni de vurdular. Gafletlere attılar. Hizmetime ve zatı alinize uygun ve yakışır biri olamadım. Farkına vardığım veya bazen de farkına varamadığım kusur ve hatalarım oldu.

    Bir defasında da, eksik gedik ve kusurlarımın çokluğundan, dinimi hakkıyla yaşayamadığımdan, namazımı hakkıyla eda edemediğimden canım kurban Kur'anımı doyunca okuyamadığımdan bahsetmiştim. Bundan dolayı da affımı dilemiştim. "Hayır!" demiştiniz.

    "Bir musibet, bin nasihattan yeğdir" derler. Bu süreçte yaptıklarım eksik gediklerin faturası size kesilince efendim, ve tüm hakaretlere boy hedefi olarak siz seçilince vicdanen rahatsız oldum. Özür diliyorum efendim..özür diliyorum. Hatayı kusuru ben işledim. Bütün bu hücumlar bana olmalıydı.Size haksızlık edildi. Ben layıktım aslında bütün bu ithamlara!

    Halbuki baştan beri siz hiç Kitap ve Sünnet çizgisinden ayrılmadınız. Sahabenin fedakarlığını, diğergamlığını, uhuvvet ve dini hassasiyetini hep tavsiye ettiniz, örnek gösterdiniz. Örnekleri kendinden bir nesil için de çok gayret ettiniz.

    Bu yolda kendinizi feda ettiniz, mahvettiniz..acılar ve çilelerle gergef gergef örülü bir hayat yaşadınız. sürgünler, hapislerle. Aranmalarla geçti hep ömrünüz. Köy köy, kasaba kasaba dolaştınız Anadoluyu. Vaizler müftüler cami kürsülerinde iken, siz kayıp nesli kahvelerde aradınız. Oraları da kürsüye minbere çevirdiniz.

    İçe ve dışa yönelik fetihlerden bahsederken nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez buyurdunuz.

    Bense zaman zaman hata ettim, nefsimi unuttum. Rızayı, hevam ile karıştırdım. Kusurlarımdan dolayı size yapılan bunca hakareti, tezyifi, yalan ve iftirayı hak etmediniz. Benimdi bütün bu yanlışlıklar. Bu tenkitler bana olmalıydı. 

    Ben eksik ettim, ben kusur işledim. Suçlamaların tümü bana gelmeliydi. Ahirete bu hacaletimle gitmek istemiyorum efendim..

    Rabbimden af, sizden de özür diliyorum. Yanlış yaptığım insanlardan da hak helalliği diliyorum...

    Uhud’da bir ihmalin ağır bir faturası vardı. 70 küsur şehit, yüzlerce yaralı. Yetimler ve dul kadınlar vardı. Bazı ocaklar sönmüştü.

    Nebiyyi Zişan( asv) ahlakı gereği, hatasından dolayı hiç kimseyi ta’nu teşnede bulunmadı. Hiç kimseyi de kınamamıştı. Ashabına da nasıl bir edep, nasıl bir terbiye vermişti ki, o kadar zarar görenlerin ağzından hiçbir tenkit veya bir itirazı, tarih kitapları kaydetmediler.

    Kusurlarıma karşı siz de aynı ahlakı takındınız. Ta’n u teşnede bulunmadınız. Kaybedebiliriz diye belki de endişe ettiniz. Kusurlarımdan dolayı kınamadınız. Fakat efendim vicdanen çok azap çekiyorum. Çok rahatsızım. Bu mahcubiyetimle Rabbimin ve Efendimin huzuruna gitmek istemiyorum..özür dilesem affeder misiniz?

    Bütün asırlardaki zulmü katına katlayan, yeni doğan bebekten doksanlık ihtiyarına, bayından bayanına, kaydedilmedik zulmü yapan. Yalan, tezvir, tezyif, iftira, hakaret, gasp ve baskını yapan; bütün peygamberlerin şerrinden Allaha sığınıp ümmetlerini sakındırdığı Süfyanın karşısında yalnız bıraktım sizi. 

    En çetin günlerde fedakâr bir arkadaş, acılarını, ızdırabını paylaşacak bir yoldaş olamadım. Utanıyorum efendim. Vallahi Rabbimden utanıyorum. Billahi Efendimden haya ediyorum efendim..

    Huzuru İlahide Rabbim, "Kulumu neden yalnız bıraktınız? Niçin ona sahip çıkmadınız." derse ne derim? Utanıyorum. Siz hiç mi hiç bu yapılanları haketmediniz. Efendim, Mahkeme-i Kübra'da Rabbime şahitlik edeceğim.

    Cismen yakınlığınıza rağmen ruhen, kalben uzaklardaydım. Hafakanlarınızı duyamadım. Kıvranmalarınızı hissedemedim. İşkence çeken arkadaşların acılarını duyuyorum “dayanamıyorum artık” demiş ve bayılayazmıştınız. Orada acılarınıza ortak olamadım, derdinizi paylaşamadım.

    Bir baş yazınızda üstad için "Seni anlayamadık yavru" başlığını atarken, "Beni de bir gün anlaşılmadan gömersiniz." demiştiniz. Nasıl olur demiştim kendi kendime? Etrafınızda bunca insan varken ve sizi dinliyorken nasıl olurdu bu? Şimdi anlıyorum ki efendim.. Size dost, size arkadaş, size yoldaş olamadım.

    Hak Teala Efendiler Efendisine (asv) "Ey habibim! Seni dinlemiyorlar diye neredeyse kendini helak edeceksin." diyordu. (Şuara 3)

    Canım hocam! Ben de hatalarımla sizi dinlememiş oldum. Bundan dolayı beni Rabbime şikâyet eder misiniz? Eğer şikâyet ederseniz, ben de o günahkar kul gibi; beni yakın, küllerimi savurun yok olayım. Yok olayım da Rabbimin huzuruna bu hacaletle bu utançla çıkmayayım derim...

    Özür diliyorum efendim, özür diliyorum. Hata hiç sizin olmadı. Hata hep benim oldu. Özür dilerim efendim.

    03 Ağu 2019 13:57