"Allah’a olan inancımı yitirmek üzereyim!”

  • Ali Demirel
  • Ali Demirel
    12 Tem 2019 11:23

    Soru: “Yaşadığımız bu elim süreç çoklarını olduğu gibi beni de yıprattı. En büyük sıkıntım Allah'a olan inancımı kaybediyor olmam. Eskiden de güzel bir hayatım yoktu, ama en azından inancım vardı. Şu an o da yok gibi. Yaşadığım her olumsuzluğu insanlar, “Hayırlısı, nasip, kısmet...” gibi kelimelerle geçiştirdiği için tüm sorunların sebebi olarak Allah'ı görüyorum. İstemiyorum böyle düşünmek ama aklımdan da çıkmıyor. Artık dua da etmiyorum. Zaten kabul olmuyor diye düşünüyorum. Ben nasıl eski ben olabilirim, Allah'ı nasıl eskisi gibi sevebilirim?” Rumuz: Black

    Değerli okur!

    Mailiniz yüreğimizi dağladı. Kendi hesabıma mailinizi -haşa- bir isyan olarak değil de Rabbimize naz makamında bir iltica olarak okudum. Ve neden sonra şöyle dua ettim: “Ya Rabbi! Biz senin zayıf ve aciz kullanırız. Tükenmek üzereyiz. Dindir artık mazlumların ağlamalarını, sonlandır artık zalime verdiğin mühleti! N’olursun.. n’olursun.. n’olursun...” 

    Süreç uzadıkça bu ve buna benzer mailler artmaya başladı. Dost meclislerinde de zaman zaman gündeme geliyor bu tür sorular. 

    Mesele dönüp dolaşıp Allah’a iman ve O’na itimada dayanıyor. Şöyle bir örnek verelim isterseniz. Çok itimat ettiğiniz bir Hak dostu olsa. Hatta ondan değişik kerametlerin zuhur ettiğinizi de bizzat görseniz ne düşünürsünüz? Elbette ona olan itimadınız daha da artar ve o kimseden sadece iyiliklerin geleceğini düşünürsünüz. Kendisinden hoş ve şık olmayan bir davranış gördüğünüzde ise iyiye yorarak “Vardır bir hikmeti” dersiniz. 

    E peki, nasıl olur da bizi, her türlü nimetleriyle donatarak yaratan ve hayatımıza lazım olan şeyleri sürekli gönderen Allah’tan, bizim başımıza gelen şeylerin, güzel ve iyiliklerle dolu olduğunu düşünmeyelim ki? Ki, o veli kulun gösterdiği kerameti de yaratan zaten Allah’tır. O sadece duası ile o keramete ekranlık yapar, o kadar...

    Acele ediyor olabilir miyiz?

    Bir misal daha verelim isterseniz. Farz-ı muhal çocuğumuz hastalansa ve doktorlar da ağız birliği ile bu çocuğun bir açık ameliyatla tedavisinin mümkün olduğunu söyleseler, hemen tedavi için gerekli işlemleri tereddütsüz yapmaya başlarız. Ameliyat günü geldiğinde de güzelce çocuğumuz ameliyata hazırlar ve doktorlara teslim ederiz. Söz konusu ameliyat da dışarıdan bize ekranda canlı olarak gösterilse tepkimiz ne olur acaba?

    Mesela şöyle der miyiz: “Bu doktorlar benim çocuğumu kesip biçiyorlar, ben bunları mahkemeye vereceğim, ameliyattan sonra da doktorları azarlayıp onlara hadlerini bildireceğim?”

    Bunun mümkün olmadığını biliriz, değil mi? Çünkü biz, doktorların zâlim değil, tedavi edici birileri olduklarını bilir, sabırla neticeyi bekleriz. Ameliyattan sonra da doktorlara çok çok teşekkür eder, daha sonraki günlerde çiçek ve hediyelerle onlara şükranlarımızı sunarız.

    Aynen bunun gibi bizim manevi yönümüzü oluşturan cihazlarımız da, günahlarla, gafletlerle, belki de bizleri küfre götürecek davranışlarla kronik hastalıklara uğramışlardır. Onların tedavisinin yapılması için gerekli titizliği her zaman midemize gösterdiğimiz gibi gösteremeyiz. 

    Bu gibi durumlarda ise işte Tabiplerin Tabibi, Doktorların Doktoru devreye girer, bizim adımıza bizim hakkımızda ebedî güzelliklerin ortaya çıkmasına vesile olacak açıktan ameliyata başlar. 

    İşte bu ameliyatın şeklini, süresini ve kullanılacak malzemeleri de O hakiki doktor olan Allah karar verir. Doktora isyan etmeyip itimat eden bizlerin, Allah’a itimat etmemesi mümkün olmadığına göre dertlerle, çaresizliklerle tedavi olan ve ebedî âlemde sürekli kullanacağımız o cihazlarımızın getireceği ve belki de getirdiği güzellikler adedince Allah’a şükranlarımızı ve ibadetlerimizi arz etmemiz gerekmez mi?

    Hadiselere iman nuruyla bakmalı!

    Güzel bir insanın ifadeleriyle gülün etrafındaki küçücük dikenlere bakıp da güle dikenli demektense, dikenlerin üzerindeki “gülün gonca sarayında” güzellikleri seyrederken dikenler bu sarayın muhafızlarıdır demek o insana “dikenden güzellikleri” görmesinin kapısını açar. 

    İşte bu realiteyi görmek ve keşfetmek için ciddi şekilde bu yoğunlaşmayı yaşamak lazım. Yani bütün icraatı ile varlığını ve isimlerinin güzellik yönlerini gösteren ve hazineleri ve kudreti nihâyetsiz olan Zât’tan; güzellik, hayır ve iyilikten başka bir şeyin gelmesinin imkânsız olduğunu âlemimize ciddi olarak yerleştirmek ve bu formatı atmak lazımdır. 

    Onun için de Allah’ın yarattığı her şeyde, bu yönlerinin olacağını bilir, kulluğumuzu hep itaat içinde sergileriz. Hikmetini anlamakta zorlandığımız ve yerine göre dehşet aldığımız durumlarda da sabır cilasını, o anlaşılmaz şeylere sürer, güzelliğin ortaya çıkmasını dört gözle bekleriz. İbrahim Hakkı Hazretleri gibi “Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler” deyip olayları pencerelerden seyrederek, içlerine girip boğulmaktan bu şekilde kurtulmuş oluruz.

    Bu bakış açısı bize keder değil, hikmet sırlarının açılmasına vesile olur. Çünkü her şeye gücü yeten Bir’i bunları yaratmaktadır. Dilerse de anında onları sonlandırır. Sonlandırmıyorsa da, bu O’nun hikmetinin ve merhametinin bir gereğidir. 

    Böyle düşünülmediği takdirde şeytanın da katkısıyla isyan kokan hisler, insanı dâima acı ve keder diyarında çaresizliklerle avare avare dolaştırır durur. Çünkü o gibi durumlarda hem çaresizliğimizden dolayı azap çekeriz hem de yine Allah merhametinden peşin peşin bir îkaz ışığı olsun diye o acıyı yaratarak, aklımızın başına gelmesini ister ve onun için de doğruyu buluncaya kadar acı çeker dururuz. Çünkü o halimizle biz Allah’ın eşsiz ve sonsuz şefkati ile boy ölçüşmekteyizdir. Bu da ne derece edebe uygundur, onun da kararını herkesin aklına havale etmek gerekir herhalde.

    Onun içindir ki bu şekildeki güzelliklerle hayatını geçirenler hakkında Peygamberimiz (s.a.s.): 

    “Allah'ın kulları arasında bir grup var ki, onlar ne peygamberlerdir ne şehitlerdir. Üstelik Kıyamet günü Allah indindeki makamlarının yüceliği sebebiyle peygamberler de, şehitler de onlara gıpta ederler.” 

    Orada bulunanlar sordu: 

    “Ey Allah'ın Resulü! Onlar kim, bize haber verir misin!”

    “Onlar aralarında ne kan bağı ne de birbirlerine bağışladıkları bir mal olmadığı halde, Allah’ın nuru (Kur’an) adına birbirlerini sevenlerdir. Allah'a yemin ederim, onların yüzleri mutlaka nurdur. Onlar bir nur üzeredirler. Halk korkarken, onlar korkmazlar. İnsanlar üzülürken, onlar üzülmezler...” (Tirmizi, Zühd, 53)

    Demek bize düşen kendimizi, gerçekten her şeyi güzel yaratan ve güzel neticeler verdirmek için kâinat fabrikasını çalıştıran Allah’ın verdiği iman nuru ile hadiselere bakmamızı sağlamaktır. Bu temel yapıyı ya da formatı kendi düşünce ve bakış açımıza attığımız zaman, bizlerin de hakiki güzellikleri, görünen çirkinliklerde dahi görme melekemiz gelişecek ve yukarıda bahsedilen hadisin içeriğine muhatabiyetin bir cilveciğine belki de mazhar olacağız.

    Kadere teslim ol!

    Bazen de güzel görme ve hayra yorma melekemiz yeterli olmayabilir. O zaman da inanmanın neticesi olan “teslim hali” bütün ihtişamı ile kendini göstermelidir.

    Bu bağlamda aşağıdaki asr-ı saadet tablosu manidar ve teslimiyetin anlaşılması noktasından çok da değerlidir.

    İslâm istikbalinin fütuhatının temellerinin şekillendiği Hudeybiye Anlaşması, görünüşü itibarı ile kabul edilebilecek şartlara haiz olmadığı için sahabilerin hemen hemen tamamı sulhtan memnun değildir. Fakat Peygamber nazarı ile Allah’ın iradesinin nasıl tecelli edeceğini bilen Peygamberimiz (s.a.s.) bu anlaşmayı imzalamıştır. 

    Hz. Ömer (r.a) ise bu anlaşmanın kabul edilemez olduğunu söyleyerek Peygamberimiz’e hoşnutsuzluğunu adeta diğer sahabiler namına ifade etmiştir. Peygamberimiz ise onları bu anlaşmanın arkasındaki hikmetleri anlatarak ikna etmek yerine daha önce gerçekleşen vaadleri hatırlatarak bunda da hayır olduğu hususunda etrafındakileri iknaya çalışmıştır.

    Hz. Ömer bundan sonra Hz. Ebu Bekir'in yanına giderek Hz. Peygamber (s.a.s.)’e söylediklerini ona da tekrar eder. Hz. Ebu Bekir de: 

    - O’nun emrine uy, zira şehadet ederim ki O, Allah'ın Resulüdür ve Allah O’nu ebediyyen terk etmeyecektir” cevabını verir. Arkadan Fetih suresi iner, Allah Resulü sureyi baştan sona Hz. Ömer’e okur. Hz. Ömer:

    - Yani bu bir fetih mi?” diyerek hâlâ devam eden üzüntü ve endişesini dile getirir.

    Isrardaki hatasını bilahare anlayarak keffareti için oruç tutup köleler azad edecek olan Hz. Ömer başta olmak üzere, Hz. Ebu Bekir ve diğer pekçok sahabe ittifakla Hudeybiye Sulhü'nün “İslam’ın en büyük zaferi olduğunu” ifade edeceklerdir. 

    Bir tarafta ayet gelmesine rağmen hala tereddüt yaşayan bir Ömer (r.a) diğer taraftan ise “O peygamberdir” deyip teslimiyetin şahikasında sarsılmadan duran bir Sıddık-ı Ekber (r.a).

    İmanın şahikasında yaşayan sahabiler dahi güzellik avlayıcısı olurken bazen şahsi bakış açıları ile nebevi ve İlahi bakış açısının sınırlarını kendilerinki ile karıştırabilmektedirler. 

    Demek teslimiyet, bilmenin verdiği şuur ile ihata yetersizliğinden kaynaklanan ama mutlaka güzellikleri içinde barındıran yaratılış anlarını Allah’ın kudsi sıfatlarına münasip bir tarzda değerlendirebilmenin en kaliteli hallerinden biridir… 

    Yani teslimiyet; körü körüne bir ön kabul, çaresizlik değil sınırlı değerlendirmelerimizin yetersiz kaldığı durumlarda her şeyi güzel yaratan Allah’ın sınırsız adalet ve şefkatli tecellilerinin olduğunu görme halinin adıdır. Bu ruh hali ise aşağıdaki kudsi kervana dahil olmanın çok önemli bir şartıdır.

    “Kim Allah'a ve Peygambere “itaat ederse” işte onlar, Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle, iyilerle birliktedir. Bunlar ne güzel arkadaştır!” (Nisa, 4/69) 

    Demek bazen güzel görme melekesinin varlığı her zaman beraberinde güzelliğin her yönünü görme başarısını ortaya çıkarmayabilir. İşte o zaman imanın neticesi olan teslimiyet devreye girer ve o teslimiyetin huzuru ile her şey zaman içerisinde, kendinin ne kadar güzellikler taşıyan bir güzellik gemisi olduğunu tefsir eder.

    Öyleyse kadere rıza göster.. lütfun da hoş, kahrın da hoş de.. neylersin ki beşer zulmeder ama kader her daim adalet eder. Allah’ın adaletine yürekten teslim ol ki hem hududullaha hem de hukukullaha riayet edebilesin...


    *** *** ***

    Kayınvalide veya kayınpedere “anne-baba” demekte mahzur var mı?

    Soru: “Eşimle evlendiğimizden beri tartıştığımız bir konu var. Benim anne ve babam için “anne-baba” ifadelerini kullanmaktan ısrarla uzak duruyor. Benim bir tane anne ve babam var diyor. Açıkçası bizimkiler de “Bizim damat bizi anne ve baba olarak görmüyor” diye üzülüyorlar. Ne dersiniz hocam?” A.N.Y.

    Yakın akrabalara hitap şekli daha çok bizim gelenek ve göreneklerimizde bulunuyor. Başta Araplar olmak üzere diğer İslâm milletlerinde bu mesele bizdeki kadar yaygın değildir. 

    Bilindiği gibi Hz. Ebû Bekir’in kızı Hz.  işe ve Hz. Ömer’in kızı Hz. Hafsa Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) hanımları idiler. Böylece Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer Peygamberimizin kayınpederleri oluyordu. 

    Bunun yanında Hz. Ali Hz. Fâtıma ile Hz. Osman da önce Hz. Rukiyye, onun vefatı üzerine daha sonra Hz. Ümmü Gülsüm ile evlenmekle Peygamberimizin damadı idiler. Hal böyle iken ne Efendimiz’in Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer’e; ne de Hz. Ali ile Hz. Osman’ın Peygamberimize “baba” dedikleri bilinmemektedir. Diğer bütün sahabiler gibi bu zâtlar da Peygamberimize, “Yâ Resûlallah!” şeklinde hitap ediyorlardı.

    Buna göre hadis ve sünnette kayınvalideye “anne,” kayınpedere de “baba” denmeyeceğine dair bir işaret çıkarılabilir. Fakat kelimenin kendisinden de anlaşılacağı gibi, “kayınpeder”in aslı “kaimi peder”; “kayınvalide” de “kaimi valide”dir ki, “baba ve anne yerine geçen, baba ve anne mevkiinde bulunan” demektir. Yani hiçbir şekilde gerçek baba değildir, olamaz da...

    Meselenin bir de fıkhî yönü vardır. Şöyle ki, herhangi bir sebeple karı-koca boşanacak olsalar, daha sonra hiçbir şekilde erkek kayınvalidesi ile gelin de kayınpederi ile evlenemez. Bu şahıslar gerçek anne-baba ve evlât gibi birbirlerine ebediyen haramdır. Bu durumda da anne-baba konumundadırlar.

    Bu arada şu hususu da belirtmeden geçmeyelim: Kayınvalide ve kayınpedere “anne-baba” demekle onlar gerçek anne-baba olacak değillerdir. Bu sadece bir hürmet ve bir saygı ifadesidir. Nitekim bir akrabalık söz konusu olmadığı halde yaşça bizden büyük insanlara “ağabey, abi, amca, dayı; abla, teyze, hala” dememiz gibi.

    Diğer taraftan karı-kocanın birbirlerine nazik ve yumuşak davranmaları, birbirlerinin yakınlarını onların hoşuna gidecek hitaplarla çağırmaları ve saygılı hareket etmeleri karşılıklı haklardan sayılmaktadır. Bunun yanında bazı bölgelerimizde kayınvalide ve kayınpederler kendilerine “anne-baba” denmediği zaman rahatsızlık duyuyorlar, hatta bunu bir “mesele” haline getiriyorlar.

    Bütün bu açıklamalar ışığında kayınvalide ve kayınpedere “anne-baba” denmesinde bir sakıncadan söz edilemez. 


    12 Tem 2019 11:23