'Peygamber yolunu seçenler ve küfür-nifak yolunda olanlar'

''Peygamber yolunun yolcuları îman erkânına göre, Kur’an ve Sünnet ruhuna uygun olarak ahlâk-ı âliyeyi tercih edip hayâtını ona göre tanzim edendir. Şeytan, küfür ve ehl-i nifak mensupları ise; küfür ve nifak yolunu tercih ederek ortalığı fesada verenler, zulmedip yakıp yıkanlardır.''
Mehmet Ali Şengül / samanyoluhaber.com
İNSAN BİR YOLCUDUR

Âlem-i ervahdan yola çıkan insan, dünyaya gözünü açtığı an onu iki yol beklemektedir. Allah (cc), rüşde erdikten sonra bu iki yolu tercihte; akıl, irâde ve şuur sorumluluğu altında, insanı kendi irâdesiyle baş başa bırakmaktadır.  Bu yolun birisi, Peygamberler ve Nebîler yoludur. Diğeri de, şeytanlar, küfür ve ehl-i nifak yoludur.

Peygamber yolunun yolcuları îman erkânına göre, Kur’an ve Sünnet ruhuna uygun olarak ahlâk-ı âliyeyi tercih edip hayâtını ona göre tanzim edendir. Şeytan, küfür ve ehl-i nifak  mensupları ise; küfür ve nifak yolunu tercih ederek ortalığı fesada verenler, zulmedip  yakıp yıkanlardır. 
   
Bu zulüm ve tahrîbat yolunun yolcuları, gayz, kin ve nefretle insanlara muâmelede bulunmayı, fert, aile ve milletleri menfaat ve çıkarları adına birbirine düşman hâline getirmeyi, dünyada cennete benzer bir hayat yaşayabilmek  için, masum insanlara da cehenneme benzer bir hayat  yaşatmayı tercih edenlerdir.
   
Peygamber yolunu tercih eden ehl-i îmana gelince onlar;  her namazlarını son namaz, her günlerini son gün, her cumâlarını son Cumâ, her Ramazanlarını son Ramazan ve her yıllarını da son yıl gibi kabul ederler. 
   
Onlar kendilerini, aynı zamanda âhiret biletlerini, vizeli pasaportlarını ellerine almaya çalışan, îman ve amel çantasını sırtına vurarak, dünyadan ölümsüz ebedî âleme ‘her an gel’ demelerini bekleyen bir misafir olarak kabul etmektedirler.
    
Böyle olunca, mü’minlerin kalbinde dünya yoktur ama, ölümsüz ebedî hayatını kaybetmemek, bu fırsatı kaçırmamak için de, var güçleriyle hazırlık yapmayı ihmal etmezler. Vakitlerini zâyi etmeden Allah’ın lütfettiği fırsatları âzami derecede değerlendirmeye gayret ederler. 
    
Şeytan, küfür ve nifak yolcuları ise, içleri ve dışları kin ve nefretle dolu, korkuların esiri olarak Firavunlar, Deccallar, Nemrudlar, Ebu Cehiller, Utbe ve Şeybeler gibi onların yönetim ve ahlâklarını esas alarak; nice mâsum insanlara kötülük yapmayı, âileleri parçalayıp birbirine düşman haline getirmeyi gâye edinirler.
    
Böylesine helâket ve felâketler döneminde hakka omuz veren mü’minler  ümitle şahlanırken, küfür ve nifak ehlinin de kaybetme korkusu ve endişesi ruhlarını sarar. Bu korkuyla zulümlerine devam ederler ama, korkunun ecele hiçbir faydası yoktur. 
       
Onlar, şahs-ı mânevî olarak elde ettikleri makam ve mevkîyi, devletin güç ve kuvvetini  kullanarak yalan beyanlar, iftirâlar ve hakâretlerle mâsum insanları ezmekte kullanarak,  evvelâ kendilerine, çoluk çocuklarına, sonra da ülkeye ve millete en büyük zararı vermektedirler. 
    
Halbuki, Allah mü’minlere yardım edip kuvveti temsil etme imkânı verdiğinde o fırsatı, adâleti tesis etmek, zalime fırsat vermemek, mazlumun hakkını korumak ve zulmü önlemekde  kullanmaları gerekmektedir.
    
Hz.Üstad, ‘Gerçek musibet, dine gelen musibettir’ (Lem’alar) diyor. Onların ve destekçilerinin İslâm’a muhâlif söz, tavır ve davranışlarının, dînin temel prensiplerine en büyük zararı verdiğini, bu hareketleriyle de insanları dinden soğuttuklarını ve böylece ebedî hayatlarını kendi elleriyle tahrip ettiklerini görmekteyiz. 
    
Mü’minler gerçek mânâda Allah’a îmandan sonra, ölüm ötesi hayâta inanmak ve hesap verme sorumluluğunu vicdanında duymak suretiyle Resûlüllah (sav) Efendimiz’in rehberliğinde; hayâtını ahlâk-ı âliye ile tanzim ederek düzene koymalıdır. Böylece ifrat ve tefritlerden uzak kalarak sulh-u umûmi ve beşerin huzurunu temin etme gayreti içinde bulunmalıdırlar. 
    
Dünyâda yaptığı şeylerin hesâbını vereceğine inanmayan bir insanın, müstakim olması, insanlığa ve ülkeye yararlı ve faydalı bir iş yapması mümkün değildir.
    
Her adımını Allah’a hesap verme şuuruyla atan, nefeslerini hak yolunda alıp veren insanın  dünyası huzurlu, âhireti de saâdet ve mutluluklarla dolu olacaktır.
   
Mü’min, bu saâdet ve mutluluğu yakalamak için daha çok kendi günahlarına bakmalı, görmeli, başkalarının kusurlarına karşı gözünü kapamalı ve ayıplama ve suç arama yoluna gitmemelidir.

Allah Kur’ân-ı Müciz-ül Beyân’da, “Ey iman edenler! Sizden hiçbir topluluk bir başka toplulukla alay etmesin. Ne mâlum? Belki alay edilenler edenlerden daha hayırlıdır. Kadınlar da başka kadınlarla alay etmesinler.  Belki de alay edilenler edenlerden daha hayırlıdır. 
Birbirinizi, (daha doğrusu kendilerinizi) karalamayın. Birbirinize kötü lakaplar takmayın. İman ettikten sonra insanın adının kötüye çıkması, fâsık damgası yemesi ne fena bir şeydir! Kim tövbe etmezse işte onlar tam zalim kimselerdir.” (Hucurat sûresi,11)
“Ey iman edenler! zandan çok sakının. Çünkü zanların bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli hallerini araştırmayın. Kiminiz kiminizi gıybet etmesin.
Hiç sizden biriniz ölmüş kardeşinin cesedini dişlemekten hoşlanır mı? İşte bundan hemen tiksindiniz! 
Öyleyse Allah’ın azabından korkun da bu çirkin işten kendinizi koruyun. Allah tevvâbdır, rahîmdir” (Hucurat suresi,12)buyurmaktadır.
      
Allah Resûlü (sav), ‘Senin en can alıcı hasmın, mâhiyetin içinde bulunan nefsindir’ (Beyhâki, Deylemî) buyurmaktadır. İnsan, evvelâ en büyük düşmanı olan bu nefsini terbiye etmeye muvaffak olmalı ki,  başkalarının  ayıp ve kusurları araştırmasın.
    
Kendi kusur ve ayıplarını görmeyen insan, hep başka mü’minlerin ayıp ve kusurlarıyla meşgul olur. Bir mü’min için en büyük fazîlet, kusur dendiği zaman kendi kusurlarını hatırlayıp onları ıslah etmekle meşgul olmaktır.
    
Mü’minler Allah ve Resûlüllah’ın emrettiği şeylere, her ne pahasına olursa olsun sımsıkı tutunurlarsa; kendilerini yaşadıkları korkulu dönemin arkasından  tam bir güven içinde bulabilir ve böylece bahtiyarlığa erebilirler.

“ ...Olur ki hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olur. Olur ki sevip arzu ettiğiniz bir şey sizin için şerli olur. Gerçeği Allah bilir, siz bilmezsiniz” (Bakara sûresi, 216)
      
Efendimiz (sav), ‘Kıyâmete  kadar dine omuz verecek bir topluluğun olacağına, bu topluluğun Sûr’a üfleneceği âna kadar da dîne sâhip çıkacaklarına’ işâret buyurmaktadır. (Buhari, Müslim)

Bizler dünya ve âhiret saâdetinin esâsı olan İslâm’ı, evvelâ kendi nefsimizde yaşayarak ihyâ etmek sorumluluğunu taşımaktayız. Bizler sebeplere tam riâyet ederek üzerimize düşen vazifeyi yapar, neticeyi Rabb-ül âlemin olan Allah’a bırakırız.
     
Mü’minler, makâmını, servetini, her türlü imkanlarını kaybetseler, hiç beklemedikleri en yakın dostlarından bile zarar görseler, buna rağmen hak bildikleri yolda geriye adım atmadan, morallerini de bozmadan, Allah’a tevekkül ve teslimiyet içinde hizmetlerine devam etmelidirler. 
      
Zira, Allah yolunda gayret gösterenleri, dinin ateşten bir kor haline geldiği  dönemlerde bile dinin emirlerine saygıda kusur etmeden davasına sahip çıkanları Allah Resûlü (sav) tebşir etmektedir.
         
Allah Resulü (sav) bir hadislerinde, ‘İnsanların üzerine öyle bir zaman gelecek ki, dininin emirlerini yerine getirme konusunda sabırlı ve dirençli davranıp müslümanca yaşayan kimse, avucunda ateş tutan kimse gibi olacaktır.’ (Tirmizi, Ebû Dâvud)buyurmuştur.
    
Efendimiz (sav) bir gün, ‘Keşke kardeşlerimi görebilseydim’ buyuruyor. Yanındaki Ashâb-ı Kiram Hazerâtı (r.anhüm); ‘Ya Resûlallah! Bizler kardeşlerin değil miyiz?’ dediklerinde; ‘sizler benim ashabımsınız. Kardeşlerim henüz gelmedi, onlar sonra gelecekler!’ buyuruyor. (Müslim)
     
Bu şerefe mazhar olabilmek için mü’minler, her halükârda yılmadan, geriye adım atmadan vefâ ve sadâkatla hizmetlerine devam etmeli, âhiretlerini dünyaya fedâ etmemelidirler. Nerde ne zaman dâvetin vukû bulacağı bilinmeyen hayat emânetini Allah’a teslim edeceği âna kadar Mevlâ’yı hoşnut etme ve rızâsını kazanma  gayreti içinde bulunmalıdırlar.

13 Ocak 2018 03:13
DİĞER HABERLER