Çanakkale Savaşlarının Konuşulmayan Arka Yüzü; 'Hükümetin Yozluğu ve Yolsuzlukları'

''İstibdatı sona erdirme iddiasıyla II. Meşrutiyet’i ilan ettiren, devri sabık’ın tüm kadrolarını tasfiye eden İttihat Terakki Cemiyeti, çok geçmeden ülkede eskisinden daha baskıcı bir sistem kurdu. Partilerini değişimin tek müsebbi gören cemiyet mensupları kendilerini bir memur değil de devletin sahibi olarak görmeye başladılar.''
Eyüp Ensar Uğur

I. Dünya Savaşı’nın bizim açımızdan en kritik cephelerinde biri olan Çanakkale Savaşları hakkında son dönemde birbirinden çok farklı şeyler yazıldı, çizildi.  Hepsinin hem fikir olduğu nokta Mehmetçik'in olağanüstü fedakarlığı ve kahramanlığı.

Von Kress Osmanlı askerleriyle birlikte çeşitli cephelerde savaşmış bir Alman subayıdır. Bu komutan, hatıralarında, tarifi mümkün olmayan zorluklar içerisinde savaşan Osmanlı askerlerinden hep övgüyle ve gıptayla bahseder. Kendi askerlerinin de böyle bir ruha sahip olması durumunda tüm hedeflediklerine kolayca ulaşabileceklerini iddia eder. Ama diğer yandan aynı Kress, Osmanlı yöneticilerinin ve üst komuta kademesinin kifayetsizliğinden, şahsi hesap ve kaprislerini her şeyin üstünde tutan anlayışlarından bahseder. 

Türkiye tarihi boyunca özellikle resmi tezlerde çeşitli dış koşullar öne sürülerek Osmanlı Devleti’nin Dünya Savaşına girmesinin zorunlu olduğu işlenir durur. Kuşkusuz bu yaklaşımında Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadrosunun Devlet-i Alî’yi savaşa sokan fırkanın mensubu olmalarının etkisini göz ardı etmemek gerekir.

Altı yüz yıllık koca devleti dünya devleri arasında cereyan eden bir savaşa sokup yıkıma uğratanlar ne yargılanabildi, ne de tarihin huzurunda sorgulanabildi.

Hesabını soracaklarını iddia edenlerin ekseriyeti de “150’likler” hain kontejanına sokulup ülkeyi terk etmek zorunda bırakıldılar. 

Yeni devlet otoritesi, tarihi ve sosyal vakaları statülerine zarar verecek gerçekleri bir elekten geçirmeden aktarmadı. Cereyan eden savaşın sıcak çatışma anlarını, askerlerin fedakarlıklarını ve düşmanların kötülüklerine odaklanılmış bir çerçevede savaşlar ele alındı ve alınmaya devam ediyor. 

Bu yaklaşım ise yaşananları tüm boyutlarıyla açıklamaya yetmiyor.

Anlatmaya çalıştığım mevzuyu daha anlaşılır kılmak adına 1. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı siyasi hayatına hakim olan zihniyetten ve kimi yaşanan olaylardan bahsetmek gerekiyor.

DIŞ POLİTİKALAR İÇ POLİTİKADAN BAĞIMSIZ DEĞİL

İstibdatı sona erdirme iddiasıyla II. Meşrutiyet’i ilan ettiren, devri sabık’ın tüm kadrolarını tasfiye eden İttihat Terakki Cemiyeti, çok geçmeden ülkede eskisinden daha baskıcı bir sistem kurdu.

Partilerini değişimin tek müsebbi gören cemiyet mensupları kendilerini bir memur değil de devletin sahibi olarak görmeye başladılar. 

Tarık Zafer Tunaya’nın ifadesiyle, parti "Cemiyet-i Mukaddese" sayılmakta, İttihatçı olmak bir vatan borcu, karşı çıkmak, hatta bir eleştiri bile ihanet olarak nitelenmekteydi. 

Herkesi mihnet altına alan bu zihniyetin hiçbir muhalif sese haliyle tahammülü yoktu. Tutuklamaların, sürgünlerin hatta cinayetlerin ardı arkası kesilmiyordu. Cemiyetin iktidarda gelmesi henüz altı ayını doldurmamışken, yolsuzluk iddiaları konuşulur olmuştu. Muktedirlerin hukuk tanımazlığının sonucu olarak tarihin her döneminde görülen, baskı ve sansür bu dönemde de başlamış oldu.

O günlerde İktidar üyelerinin yolsuzluklarını yazılarında sıkça dile getirip eleştiren, Serbesti Gazetesi Başyazarı Hasan Fehmi İttihatçıların boy hedefi haline geldi. Ve nihayetinde Galata Köprüsü’nde yürürken arkasından yaklaşan biri tarafından kafasına sıkılarak öldürüldü.

1910'da İktidarın dayatmacı politikalarını, tüm tehditlere rağmen eleştiren Sadayı Millet Gazetesi Başyazarı Ahmet Samim de bir sokakta öldürüldü.

Partiye muhalif olanlara yapılan cinayetler bir türlü bitmiyordu. Yine bir başyazar olarak Şehrah Gazetesi’nde yazan ve bir maliye uzmanı olan Zeki Bey de 1911’de öldürüldü. Zeki Bey, Maliye Bakanı Cavit Bey ile ilgili yolsuzluk iddialarını bolca dosyayla gündeme getirmeye hazırlanırken öldürülmüştü. Zeki Bey’in cinayetinin diğer meslektaş cinayetlerinden farkı faillerin yakalanmış olmasıydı. Diğer katiller ellerini kollarını sallayıp hayatlarına devam ederken, Zeki Beyin katilleri, "İsterlerse benim işime son verebilirler, ben vicdanımın sadasından başka bir şey diyemem" diyen Mahkeme Başkanı Hacı Hulusi Bey tarafından 15’er yıl hapis cezasına çaptırılmışlardı. Tabi bu adi bir cinayet olmadığından katillere verilen söz gereği I. Dünya Savaşı başlaması hengamesiyle serbest bırakıldılar. Zeki Bey’in hazırladığı dosyalar ise bir türlü açıklanamadı ve bir müddet sonra da kayboldu.

En ufak bir eleştirinin dahi, işten atılma, hapis ve sürgünlerle cezalandırıldığı, Enver ve Talat Paşa’ların liderliğindeki Cemiyet’in iktidar günlerinde herkes sindirilmiş durumdaydı.

İttihat Hükümeti kısa bir süre muhalefete düşmüş sonrasında tekrar kanlı bir darbeyle tekrar iktidara gelmişti. Diğer bahsi geçen olumsuzluklarıyla birlikte bu olay,  zorba Hükümetin geniş bir platformda düşman edinmesine neden olmuştu. Bir an önce hükümetin devrilmemesi için bir şeyler yapılması gerekiyordu. İmdatlarına ise dünya savaşı yetişti. Savaşın merkezi Osmanlı coğrafyasından uzak olmasına ve tarafsızlığını ilan etmesine rağmen bu ilanı bozan ve ilk saldıran görüntüsüyle zamanın Osmanlı Hükümeti bu cihan savaşına 600 yıllık devleti sokmuş oldu.

Özellikle otoriter muktedirlerin kaybetmeye yüz tutan iç mücadelenin gidişatını değiştirmek ve muhaliflerini ezmeye meşruluk kazandırma adına tüm dikkatleri dışarıya yöneltmesi, sosyoloji ve Siyaset biliminde ders olarak anlatılacak kadar tarihte sıkça rastlanan bir vakadır. 

DÜNYA SAVAŞI’NA GİRME KARARINI İKTİDAR PARTİSİNİN OLİGARŞİK KADROSU VERDİ

İttihatçılar, 31 Mart vakası'nda İktidara gelmelerine bahane yaptıkları, kapatılan Meclis-i Mebusan’ı süresiz devre dışı bırakarak, padişahın dahi haberi olmadığı, Said Halim Paşa Yalısı’nda Alman Büyükelçi ve  Erkan-ı Harbi ile yaptıkları gizli destek anlaşması nedeniyle Devlet-i Aliye’yi helak eden korkunç bir savaşa sürüklediler.

Edirne’yi 2. Balkan Savaşının başlaması nedeniyle büyük oranda boşaltmak zorunda kalan Bulgarlardan, az bir birlikle kolayca geri almış olan Enver Paşa, aşırı mübalağlı propagandif övgülerle Osmanlıyı ve Türk Milletini kurtaracak, Allah’ın gönderdiği bir cihangir olarak takdim ediliyordu. Kazım Karabekir, hatıralarında askeri okuldan yakın arkadaşı olan Enver Paşa’nın avuç içinde bulunan alaca lekenin büyük cihangir olacağına yorulduğuna ve Paşa’nın da buna inandırıldığını anlatır.

Ama kutsal anlamlar yüklenen bu savaş sırasında dahi ve belki de barış döneminden daha fazla iktidar imkanları istismar edilmeye devam etti. 

Bir yanda savaş diğer yandan sansür sürerken devlet eliyle yolsuzluk kapılarının aralanıp, bir çok devlet görevlisinin adı yolsuzluk olaylarına karışmıştı.

Karaborsa, istifçilik, vurgun, kamu fonlarını zimmete geçirme gibi yöntemler kullanmak suretiyle yeni bir zengin sınıfı türedi. Bu sınıf daha ziyade küçük tüccarlar, bürokratlar veya Hükümet Partisine yakın kisilerden oluşuyordu. Ve bunların zenginliği köklü bir ekonomik geleneğe ve geçmişe dayanmıyordu, sadece iktidarın kayırmasıyla palazlanma seklinde ortaya çıkıyordu.

Ülkeye özgürlük ve adalet getirmek için yola çıkmışların iktidara geldikten kısa bir süre sonra bu iddialarının aksine bir yol tutmaları, başta onlara teveccüh göstermiş halkta büyük bir hayal kırıklığı yaşattı. Yönetici kadronun,  kişisel zaaf ve suçlarının yanı sıra kahramanlık hayallerinin sürüklediği, Balkanlardan Hint Okyanusu’na kadar uzanan 600 yıllık bir devlet,  milyonlarca mensubunu kaybetmesine neden olarak tarih sahnesinden silindi. Hem de motorlu taşıtların yaygınlaşmaya başladığı hengamede niteliği inanılmaz bir derecede artan, yeryüzünün adeta yakıt deposu olan 400 yıllık topraklarıyla birlikte.

Çanakkale ve diğer cephelerde şehit olan tüm asker ve sivillere Allah rahmet eylesin, ruhları şad olsun. 

19 Mart 2018 11:41
DİĞER HABERLER