'Bu hengâmede yıkılmayan, devrilmeyen, çökmeyen kalmamıştı. Birisi vardı ki...'

Samanyoluhaber.com yazarı Abdullah Aymaz, 'DOKUZ AY ON GÜN' başlıklı yeni yazısında, Bediüzzaman Hazretleri'nin talebeleriyle birlikte hapishanede yaşadıkları, hapishaneden çıktıklarında ilk yaptıkları işleri ve o dönemde ülkede yaşanan buhranı aktarıyor...

DOKUZ AY ON GÜN 

İnebolu Kahramanlarından Selahaddin Çelebi Ağabey'in hatıralarından bazı bölümleri aktarmaya devam edelim:

“İnebolu Cezaevinden, Denizli’ye sevk edildik. Denizli’de trenden çıktığımız zaman bizi karşılayan halk teessür içinde, sâkin bir halde selamladılar. Etrafımızı saranlardan bazıları, ‘Sizin başınızda öyle bir Hocaefendi var ki, sorgu hakimi sual sormadan sorularına cevap verdi. Sizlerin hiçbir kabahatiniz yoktur, merak etmeyin. Beraat edeceksiniz’ diyorlardı. 

Denizli Cezaevi yeni yapılmıştı. Malta zindanına benzeyen, rutubetli bir bina idi. Bir gün sonra Ağır Ceza koğuşunun bir odasını İnebolu, Kastamonu ve İstanbul’dan  gelen Nur Talebelerine tahsis ettiler. Üstad, kibrit kutusu içinde bir kağıda ‘Hoş geldiniz’ diye bir pusula yazarak mahkûmlardan meydancı Adem Ağa ile göndermişti.

Kısa zamanda cezaevindeki bütün ağır cezalılar yaptıklarına nedamet ederek, tevbe istiğfar ettiler. Üstadın girdiği günden itibaren guslederek, beş vakit namazı muntazam kılmaya başlamışlardı. Hapisanenin elebaşısı (cezaevi tabiriyle dayısı) olan Beylerbeyli Süleyman Hünkâr, Üstad’a çok saygı gösteriyor, fırsat buldukça elini öpmeye çalışıyordu. 

Bizim koğuş komşuları olan ağır cezaların hepsi, Nur Talebeleri'nden elif cüzünden başlayarak Kur’an’ı hatmetmişlerdir. Mehmed ismindeki dört adam katili, Kur’an’ı hatmetmiş ve ‘Vedduhâ’dan aşağısına kadar ezberleyerek, imtihanı kazanmış olduğundan mahkûmlara imamlık yaptığını gözümüz ile gördük. Çok geçmeden bütün kâtiller rüyalarını anlatmaya başlamışlardı. Göz yaşları dökerek, yaptıklarına bin pişman olduklarını söylemişlerdi. ‘Biz Allah ve Peygamberi bilmiyorduk. Bize yol gösterdiği için, başta Hoca Efendiye ve sizlere binlerce teşekkür ederiz’ diyorlardı. Biz beraat edip çıkarken çok acı göz yaşları dökmüşlerdi. Üstad Hazretleri kendilerine hitaben: ‘Merak etmeyin, bundan sonra Yeni Bir Hükümet iş başına gelecek ve af ilan edecek, o zaman çıkacaksınız’ demiş. 

Son mahkemede merhum Hâkim Ali Rıza Bey (Balaban) ve diğer hâkimler olayda suç unsuru olmadığını, kararın okunacağını ve ayağa kalkmamızı söylediler. Başta Üstad olmak üzere hepimizin beraatine oy birliği ile karar verilmişti. Daha önceleri Gönenli Mehmed Efendi ile İzzet Turgut, biri rüyasında beraatimizi, diğeri murakabede DOKUZ AY ON GÜN hitamında beraatimizi müjdelemişlerdi.

Mahkemeden çıkınca halkın tezahüratları ‘Yaşasın adâlet!..’  nidaları ve alkışları ile cezaevine geldik. Eşyalarımızı dışarıya çıkardık. Denklerin üzerinde İbrahim Fakazlı oturuyordu. Çarşıdan faytonlar geliyor, sıraya giriyorlardı. Birinci faytona Üstad, İkinci faytona Mehmed Feyzi Efendi binmişti. Bu esnada Doğu tarafından ağaçlar arasından bir süvari geliyordu ki, ağaçlar arasından süratle geçmek akıl almadığından şaşkına döndük. Süvari, tam Üstad’ın faytonunun sol arkasında aniden durdu. Atından indi, Üstadımızın karşısında askerce sert bir selam verdi. Birkaç kelime söyledi, elini öptü ve yine sert bir selamla mahmuzlarını şaklattı ve atına binerek aynı istikamette, aynı şekilde süratle uzaklaştı. İbrahim Fakazlı ile bu hadiseyi hiçbir zaman çözemedik. Üstad’a sormaya da cesaret edemedik.

Üstad, Delikli Çınar namıyla anılan semtte bir otele yerleşti. Otelde Üstad’ın hizmetinde iki gün kaldım. Her gün beş yüzün üzerinde ziyaretçi geliyordu. Rusya’da esir iken arkadaşı olan emekli bir subay da gelmişti. Yaşlı gözlerle Üstad’la kucaklaştılar, esaret günlerini yâdettiler. 

Denizli Hapishanesi'nin sıkıntı, meşakkat, rutubet ve betonun insan kanını bir sünger gibi emmesine dayanamayan İslâmköylü Hafız Ali (Ergün) hastalandı ve vefat etti. Hapisaneden beraat edip tahliyemizde, Üstadımızın ilk işi, Denizli’nin yeşillikler içerisindeki kabristanına gitmek oldu. Hafız Ali’nin kabri başında Kur’an okundu. Üstad, hazin bir dua yaptı. Elini semaya kaldırdı: ‘Bu şehid, bir yıldızdır’ dedi. O sırada gayr-i ihtiyarî başımızı kaldırdığımızda, semada ışıl ışıl bir yıldız parladığını gördük.

Eğer hakkaniyetli bir değerlendirme ile o günlere bakılacak olursa: 

“Milli Mücadeleyi başaran kudsî ruh ve mânaya ihanet edilmişti. Bunun neticesi Anadolu’da din ve maneviyat buhranı başlamıştı. Yazdığı İstiklal Marşını ayakta söylediğimiz Mehmet Akif gibi bir çok mümtaz şahsiyetler vatanı terketmişlerdi. Ahmed Hamdi Yazır gibi bir müfessir 25 yıl, tâ vefatına kadar evinden dışarı çıkmamıştı... Bu hengâme ve atmosferden yıkılmayan, devrilmeyen, çökmeyen kalmamıştı. Ama birisi vardı ki: ‘İki hayatım var, biri dünyevî, biri uhrevî... Her ikisini de elime almışım. İcap ettiğinde her ikisini de fedâ etmeye hazırım. Tek hayatlı olanlar meydanıma çıkmasın!..’ diyordu. O da Bediüzzaman Said Nursi idi... Onun Hizmeti kıyamete ayarlı... O elhamdülillah yoluna devam ediyor."

ABDULLAH AYMAZ

21 Şubat 2017 14:03
DİĞER HABERLER